Sıla Dizisi

Sunday, December 17, 2006

Gül Oğuz, yine bir kadın hikayesiyle karşımızda...

Sayısız dizinin sanat yönetmeni, ses getiren onlarca konserin ışık ve sahne tasarımcısı, çoğu Sezen Aksu’nun olmak üzere beş klibin ve geçen yıl Kanal D’de yayınlanan, başrollerini Hale Soygazi ve Özlem Tekin’in paylaştığı Silbaştan dizisinin yönetmeni Gül Oğuz, yine bir kadın hikayesiyle karşımızda.

Geçen cuma ATV kanalında yayına giren Sıla adlı dizi de Silbaştan gibi törenin kadınları ve erkekleri kıstırdığı dünyayı sorguluyor. Şu sıralar Mardin’in Midyat ilçesindeki kendine özgü mekanlarda çekimleri süren dizinin öyküsü de Oğuz’a ait. Törelerin gölgesinde, tutkulu bir aşk hikayesini anlatıyor. Töreyi iliklerinde hisseden, kökleri doğuda ama kendisi batıya ait genç kahraman Sıla, küçük yaşta evlatlık verildiği için İstanbul’da, üstelik yalıda büyümüş, kolejde okumuş. 17 yaşında doğduğu yere, Mardin’e geldiğinde, bu bereketli Mezopotamya topraklarında, hiçbiri birbirini görmeyen pencereli, avlulu evlerde, dar sokaklarda kızların kaderini başkalarının yazdığını öğreniyor. Daha önce hiç duymadığı Berdel kelimesiyle Sıla’nın hayatı seyir değiştirecek, hiç tanımadığı ağabeyinin canını kurtarmak için, hiç görmediği aşiret reisi Boran’la zorla evlendirilecektir. Töreye mahkum olduğu kocaman evden kaçmaya çalışırken asıl kaçtığının içinde yavaş yavaş büyüyen aşk olduğunun farkında değildir. Silbaştan dizisinden sonra Diyarbakır’da bir kadın merkezi açan, bu diziyle birlikte Mardin’de de bir kadın merkezi açmayı planlayan yönetmen Gül Oğuz’la, yeni diziyi, Mardin’i ve töreyi konuştuk.

Bu hikayeyi geçen yıl yazmıştım. Aslında bir sinema filmi yapmak istedim. Daha güzel olur, söyleyeceğimi daha özgür söyleyebilirim diye. Ama düşündüm ki, böyle bir filmin Türkiye’de gişe şansı fazla olmaz. Ne olur? Yurtdışında festivallere gider. Kadın yönetmen, kadın filmi, doğu hikayesi, bunlar batıda cazip şeyler... Ödül almak için her zaman çok iyi bir yönetmen olmaya gerek yok, hikaye çarpıcıysa bazen çok şey getiriyor. Zaten hep bunlar konuşuluyor Avrupa’da. Türkiye sadece bunlardan ibaretmiş gibi düşünülüyor ve olay bir süre sonra Geceyarısı Ekpresi hikayesine dönüşüyor. Oysa Türkiye’de kadın, sadece doğudan, töreden ibaret değil. Karadeniz var, Ege var, Akdeniz’in bambaşka bir medeniyeti var. Babaannem Egeliydi, çok güçlü bir kadındı, Karadenizli arkadaşlarımın hepsinin annelerinden ödü kopar...

Bir de töreyi önce Türkiye’ye anlatmak lazım belki...

Evet. Burada kendimiz bu problemi çözebiliriz. Bunun için çalışan çok kadın, çok örgüt var. Yani orada iki ödül için, bu tarafı pazarlayamayacağım, diye düşündüm ve hikaye dizi projesine dönüştü. Kafamdaki sinema filmi de farklılaştı: Onlar ve biz diye ayırmadan Türkiye’nin üç dört farklı yöresinden, kesiminden kadınların, aynı yerde, erkek dünyası içinde çakışmalarını anlatan bir hikaye çekmeliyim diye düşünüyorum.

Silbaştan’da da töre vardı, Sıla’nın farkı ne?

Bu seferki temamız berdel. Bir aileden bir kız sevdiğine kaçtığında uygulanan bir kural bu; onlar da karşı taraftan kız alıyor. Kız istemese de evlilik zorla gerçekleşiyor. Evlendi, sonra da kahrından öldü diyelim, o zaman “başka kız ver” diyorlar. Berdel, törenin en acımasız yüzlerinden biri. Aslında çok yerde bu kaçmalar öldürmeyle sonuçlanıyor, Diyarbakır, Urfa gibi yerlerde uygulanıyor hâla. Bu daha hafif hali! Mardin içinde öldürmekten çok kız değiş tokuşu var. Çevre köylerde ise öldürmelere rastlanıyor.

Batıda bu ağalı, töreli TV dizilerine karşı bıkkınlıktan söz ediliyor son zamanlarda...

Ağa dizilerinden sıkılıyorlar ama yine de seyrediyorlar. Dahası bu mesele ülkenin bir bölümünde bütün acımasızlığıyla devam ediyor. Bu çıtır çerez bir şey değil ki. İzleyici sıkıldı, bıktı diye ülkenin bir gerçeğini görmezden mi geleceğiz? Bugün hâla kadınlar öldürülmüyor mu, evlere kilitlenmiyor mu, hálá ağalık yok mu? Modası geçti diye bunları unutacak mıyız?

Bir de ağalığın nasıl ele alındığına bağlı galiba...

Silbaştan’ın çekimleri için buraya geldiğimizde, yöre kadınları dizilerde ağalığın çok teşvik edilmesinden, şahane bir şey gibi anlatılmasından şikayet etmişti. Silbaştan’da da töre vardı, ama bir kader olmadığını söylüyorduk. Kaçın, itiraz edin, kurtuluş mümkün, diyorduk. Bir umut hikayesiydi aynı zamanda. Umut hep olacak, o kapı hiç kapanmayacak. Kapılar hep aralık kalmalı, sonra da sonuna kadar açılmalı. Hayatın gerçeği diye insanların yüzüne kapının kapatılması kadar anlamsız bir şey düşünemiyorum.

Nitekim kaçıp kurtulanların sayısı giderek artıyor...

Evet. Bölgede çok iyi çalışan kadın örgütlenmeleri var. Onların yıllardır süren mücadelesi sayesinde töre eskisi kadar borusunu öttüremiyor. Bizim de mutlaka yanlışlarımız, doğrularımız vardır ama bütün mesele şu: Bir kere bu sistemi eleştiriyoruz. Artık buna itiraz etmek lazım, demeye çalışıyoruz. Dizide bir Süryani karakter var. Küçükken bir ağanın oğluyla kan kardeşi olmuş. Bu bir Süryani ile Müslüman arasında hiç olmazmış. “Küçücük yaşımızda başkaldırdık, şimdi kocamansın kaldıramıyorsun” diyor ağanın oğluna. Sonuçta değişimi sağlayacak genç nesildir. Ağanın oğlu da kıracak belki o kıskacı. Tabii bir de aşk var, tutku var. O da önemli. Bununla birlikte bazı bölümlerde küçük küçük sözümü söylemeye çalışıyorum: Repliklere Hasankeyf’le ilgili bir eleştiri cümlesi de ekledim, düğünlerde silah atmamak gerektiğini de. Komik de gelse bunu yapmaya devam edeceğim.

Sonuç olarak ne söylüyor bu hikaye?

Töreye, “yapamazsın” diyen bir yanı var.

Silbaştan dizisi bittikten sonra, Diyarbakır’da adı Silbaştan olan bir kadın merkezi kurulması için girişimde bulundunuz, ne durumda şimdi orası?

O merkezi Diyarbakır Bağlar Belediyesi işbirliğiyle yaptık. Bina bitti. İçinin tefrişatı kaldı. Sponsorluk görüşmeleri yapıyoruz. Özellikle doğumhane için çok para gerekiyor. Öncelikle ofis ve kadınlara psikolojik, hukuki danışmanlık verecek bölümleri açmaya çalışıyoruz şu sıralar.

Bu diziden sonra Mardin ya da Midyat’ta da bir kadın merkezi projesi var mı?

Evet, burası için de bir proje var. Mardin ya da Midyat’ta kadınlara istihdam yaratacak bir merkez olabilir, kadınların üreteceği ve satılacak ürünlerin yapıldığı bir mekan. Çünkü istihdam kadınlar için en önemli şey.

Bundan böyle bir kadın dizisi çekip, ardından da bir kadın merkezi açarak mı yaşayacaksınız?

Ne bileyim, hoşuma gidiyor. Silbaştan projesi çok güzeldi. Buradaki kadınların, biz bu diziyi seyrediyoruz ve genç kızlara özellikle seyrettiriyoruz, demeleri anlamlıydı benim için. Sonra Diyarbakır’da bu isimle, kadınlara destek verecek güzel bir mekan oluştu. Dizi adıyla kebapçı açmaktansa, bu daha iyi.

Yapımcılığını FM Yapım’ın üstlendiği dizinin senaryosunu Sema Ergenekon ve Eylem Canpolat yazdı. Müziği Can Hatipoğlu ve Murat Tunalı imzalı. Hümeyra ve Cüneyt Türel’in konuk oyuncu olduğu dizide Sıla’yı Cansu Dere canlandırıyor. Mehmet Akif Alakurt, Zeynep Eronat, Menderes Samancılar, Fatoş Tez, Fatoş Sezer, Devrim Saltoğlu, Boncuk Yılmaz, Cemal Toktaş, Tayanç Ayaydın diğer önemli oyuncular.

Burası çok tuhaf, çok güzel. Kudüs gibi. Üç din, beş kültür... İlk olarak görselliği için seçtim. Ama burada kaldıkça da hayranlığım arttı. Dışarıdan bilindiği gibi değil asla. Herkes beni arayıp “Gül dikkatli ol” diyor. Oysa biz burada çok huzurlu ve rahatız. Sokaklarda hiç rahatsız edilmeden dolaşıyoruz, herkes çok yardımcı oluyor. İnsanlarda toprakla ilişkili, şiddetle içiçe, ölümle yaşam arasında olmanın getirdiği bir doğallık var. Her gün sete biri geliyor, hediye getiriyor. Ayrıca yaptığımız sohbetler, senaryoyu besliyor. Bir Süryani gelmişti mesela, dedi ki “Birer farklı meyveyiz, birimiz elma, birimiz armut, birimiz şeftali... Ama sonuç olarak hepimiz meyveyiz ve aynı bahçenin içindeyiz.” Bu dizide bir replik olacak.

Cuma günü yayına giren Sıla’nın tanıtım filmlerinde bazı sorular soruluyordu. O soruları ben de dizinin yönetmeni Oğuz’a sordum:

Doğuran mı anne, büyüten mi?

Büyüten. Ama doğurdu büyüttü, o zaten anne. Doğurdu zorla elinden alındı, o da anne. Ama doğurdu, kendi isteğiyle verdi, o zaman büyüten anne. Çünkü çocuk emekle, sevgiyle büyür.

Töre pranga mı, namus mu?

Tabii ki pranga. Töreye dair bir sürü şeyi karşımıza namus diye getiriyorlar. Ailenin namusu, aşiretin namusu, kadının namusu... Törenin doğru tarafları da var, biz keskin ve yanlış taraflarından bahsediyoruz. Töre kadının namusu değil, kadını da erkeği de mahkum eden bir pranga gibi yaşanıyor daha çok.

Peki aşk? Tutsaklık mı, esaret mi?

Aşık olursun, sanki beş bin tane güvercin uçar havaya doğru, özgürlük hissedersin, gökyüzüne yükselir gibi olursun, sonra bir bakarsın ayağını bir şey sıkıyor, bir zincir... Bağımlılık tabii, tutku. Tutsaklık.